Et lux in tenebris lucet

uzunca bir aradan sonra nereden başlayacağımı bilemeyip en azından şuan birkaç cümle kurabilmek adına kendimi zorlayacağım. evet, uzun uzun konuşmalarımın yerini bolca tebessümler, kısa ve öz cümleler almışken bu sefer anlatabilmenin cümlesel boyutunda biraz efor sarfetmek istiyorum.

naber? diyerek başladığım günlükleri okurken gülümsüyorum ve uzun uzun iç çekişlere yüklenilen anlamları kaldırıp bu sefer neler oluyor? diye giriş yapıyorum. sahiden neler oluyor? bak burada uzunca bir yazı için kapıyı aralayıp içeri girdiğimi düşünebilirsin. kahve de yanımda. sanki bir başka boyuta taşınıp, güncellenmiş versiyonumda yeni özelliklerimi keşfettiğim bir döneme girmiş gibi hissediyorum. “bu kız bunu yapmaz?” derken, bu kız tam da bunu uzunca bir koridordan bağıra çağıra -içinden – çıkarken yapmaya başla-mış. bazı şeylerin ağırlığını gereksiz yere kaldırırken artık diyorum ki:” abi ben hangi olimpiyatta hangi madalya için kaldırıyorum bu halteri?” taksalar bir nebze – düşündüm şuan- halteri bırakırken yüzde oluşan rahatlama hissi ————-

30 yaşıma girmeye ramak kala bıraktığım tüm ağırlıkların ardından temiz bir kafa ile şunu söylemek isterim ki: rahatladım. bu boyutta kendinle uğraşmanın verdiği tadı anlatmak ise muazzam. o yüzden güzel şeyler oluyor. daha ilk paragrafta düştük mü uzun cümlelerden? nerede kalmıştık? güzel şeylerde. bunları bahsetmek her zaman yaşandığı anda saklı kalıveriyor ya bu da anın büyüsü sanırım. anın büyüsü ile üç ay öncesine dönüp bir kez daha evet diyorum. kısa cümlelere, bol bol gülümsemeye…

& kimin ağıtı

” aradığınız hazine, belki de içine girmekten korktuğunuz mağarada saklıdır. ” – joseph campbell, reflections on the art of living

bir yol bulmak her zaman kolaydır, diyor. sadece başka türlü bir müebbet hapisle cezanızı çekmelisiniz; en kötü korkularınızın yarattığı cümleyle…

hayata; bir rahmin içerisinde, dizlerimi bedenime çekip 9 aylık süremi bekledikten sonra geldiğimi düşünmek ne kadar masum ve rahatlatıcı bir kurguymuş. ben buraya düşmeden önce bana bırakılan tüm duyguları, kaybolmuşlukları bilinçsizçe bir kordonla sahiplenmek ne kadar ağırmış.

ya da öyle zannetmişim.

yıllar öncesinde akıtılan tüm gözyaşlarının ağıtları bir olup sana bir kordonla aktarılırken hala bir yerlerde birilerinin acısının yangını onu sarmadan, sarılmadan, anlatmadan, anlaşılmadan sönmüyormuş. ben de sarıldım. dinledim ve anladım.

bu bağlamda; kimin bir ağıtı kaldıysa içinde, kim sarılmamış ve sevilmemişse en içinde – kim duyulmamışsa, kim anlaşılmamışsa… bir kez de onun için, sarmalı ve sevmeli.

karma

kaç kuşak daha sahnelenecek bu oyun? kaç kez farklı oyuncularla yorumlanacak sınırları içerisinde? çok izlendiği için mi yoksa sahneden inmediği için mi oyuncu. daha kaç kuşağın sırtına yüklenecek bu oyun?

dramı izleyenlerin alkışları yetecek mi oyuncuya?

yoksa sahneden inmeyi tercih eden mi yazacak “kendi” oyununu?

“kendi ve bir sonraki nesil için.”

“benim hayatımda böyle bir sahne yok” diyen oyuncuyu izlerken de karma döngüsünü kırmıştı o an. karmanın döngüsü de ağırdı.

I

Terazinin her iki kefesine kendi yargılarını ve duygularını koyan iki insan kendi dünyalarının hakimi olarak kazandı. 

Solun ağırlığı sağı yüceltti ve bu hiçbir zaman değişmedi.

II

Söylenmesi gereken hiçbir cümle hiçbir zaman tam anlamıyla söylenemedi  ve bu yüzden her cümle askıya alındı. 

Ihtiyacı olan birine devredildi. 

III

Tanıklar olayı milyonlarca kez kendi gözleri ile değerlendirdi. Yaşanan hep olay mahalinde kaldı ve bunu hiçkimse bilemedi.

O da anlatamadığı için böyle oldu zaten.

Çekildi kırmızı şerit, bu sefer herkes konuştu. 

– beraber

Mutlu anlar hep o anın askısına takılıp orada kalırken; aslında uzun uzun yazılan, uzun uzun konuşulan tüm dertler ve kederler soyutluğun ağırlığını kaldıramayıp bir tutanak arar. Satırlar gibi, bir şarkı gibi.

Takılıp kaldığım bu anların askısından hemen hemen hepsini tekrar tekrar giyip göstermek isterdim. Yazmak tercihen bir boşalma şekliyken; şimdi renklerimi gör isterim. Çünkü soyutluğun en güzel hali hep hissedilirken, görülüp/duyulup/dokunabilirken güzelmiş.

En ağır kelimeler satırlarda göze çarparken, en güzel anılar ve mutluluklar bir dudağın kenarında, bir kahkahanın tonunda kendini gösteriyormuş. Bu da yaşanan zamanın hikayesiy-miş.

Demek isterim ki; 

Çok güzel kelimelerin keşfini yaptığım şu dönemlerde bir kalemi iki kişinin de kullanabileceğini gördüğüm an dedim ki her keder bölü iki ağırlığında, her tat çarpı iki.

Böyle düşünürsek gerçekten her şey güzel olabiliyor. Yani biz düşünürsek; zamanı geçen bir orkideye çiçek bile açtırabiliriz. Daha da zor bir şey söylüyorum. Nasıl düşünürsek öyle çiçeklenirken, öylece solabiliriz. 

Öyle çiçeklenirken, öylece solmamak için – hep beraber.

“.. gerçek bir savaşçısın ve farkında değilsin”

hey! nasılsın? bazı kavramları yok sayarken günlerin geçisine hayretle bakıp zamana atıflar yapmaya başladım. demek ki; herkes, hayatının bir döneminde yoksadığı kelimeleri tuhaf bir şekilde anıp gülümseyebiliyor.

burada gülümseyebiliriz.

sanırım büyüdükçe gelen olgunluk belirtilerini bir şekilde açığa çıkarmaya başladım. dalgaya aldığım dünyayı bazen düşününce eskisi gibi büyük görmediğimi ve hatta jüpiter’e kıyasla biraz daha kısık yaşamam gerektiğini düşünüp gülümsüyorum. düşünsene; şu anlamların bilmem kaç katını o koca gezegende “yaşayamadığımı”

dışardan bakıldığında hala seke seke markete giden haylaz kız çocuğu hala karelere basmadan yürüme oyununu oynamaya devam ediyor ne bileyim bazen nefes almadan beklediğinde hiçbir şey düşünmeyeceğini de düşünüyor ama artık markete giderken düşündüğü şey bir çikolata değil, basmadan yürüdüğüm kareler başka bir boyutta. tam da bu esnada işin rengi değişiyor. hoş geldin olgun yaşım falan.

tabi bu süreçte düşünce kalıplarımda da birçok değişim süreci başladı. hani şu olaylara başka açılardan bakma klişesinden ziyade, bu bedenden çıkınca dünyanın aslında kendi içinde daha büyüdüğünü keşfediyorsun. yani adem iken derdin bir elmayı ısırmaksa havva iken belki ademin peşine takılmak da olabiliyor? yani bu durumda kovulduğumuz cennet ise; dünya da gözümüzde büyüyebiliyor.

aslında içinden çıktığında; adem’e de, havva’ya da kızamıyorsun. elmayı da suçlamak çocukça geliyor. ve zaten çoğu şey de böyle değil mi? içinde yaşarken travmatik kaoslar sonrasında bu örneklem üzerinden “nasıl ya?” etkisi bırakabiliyor. “neden yani?”

neyse işte; böyle savaşa seke seke yürürken, ne bileyim gülerken kaosların içinde birisi de çıkıp diyor ki gerçek bir savaşçısın ve farkında değilsin. mmm güzel, neyin savaşı?

Alemdağ’da Var Bir Yılan

Hişt Hişt! Ben geldim. Bu hafta beni en çok etkileyen ilk kitabımı sizinle paylaşmak istedim. Ve beni derinden etkileyen ve hatta muhtemelen yaşasaydı koşarak yanına gidip milyon şey anlatmak isteyeceğim tek kişi olan Sait Faik’i. Bu yüzden bu kitabı seneler sonra açıp; kendimi bulduğum, bazı kelimelere yüklediğim değeri o zamandan bu yana sorguladığım, altını çizdiğim, içinde yaşarken düştüğüm, kalktığımda olmak istemediğim Dülger balığını anışım hepsi hepsi gözümde canlandı.

“Alemdağ’da Var Bir Yılan” ile başladığım bu tanışmanın sonrasında Sait Faik’i “Lüzumsuz Adam” a kadar aradığım, yazdığı kelimelere aşık olduğum, bu kelimeleri yaşayan biri olmak için fazlaca duygusal olup dengemi koruyamadığım bir insanı sizinle paylaşacağım. ve bir de kitabını…

biliyor musun genelde yazarların yalnızlığı çok değişik bir boyutta yaşamasını ilk zamanlar şaşkınlıkla karşılıyordum. bir kadının gülüşünü, ellerini bu derece güzel tasvir eden bir adamın sevgisinin kutsanması gerektiğini bile düşünürdüm. sonra dedim ki; kelimeler kitaplarda daha güzel durabiliyor ve bazı sözcükler sadece o karakterlere ait. kelimelerde yüklediğimiz anlamlardan çok uzakta bir yerdeyiz. mükemmel düellolarda; muhtemel kayıplarımız duygularımız ya da kutsadığımız inançlarımız taktiklerin mağlubu.

“..sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. burda her şey bir insanı sevmekle bitiyor.”

II

“Benden Hikayesi”

Yönetmen, Senarist: Onur Barış

III

insanoğluna yasaklı bir hayvan diyebilir miyiz?

Being John Malkovich (1999)

Her Cumartesi müptelası olduğum rutinimin güzel parçalarını blogumda yayımlamaya karar verdim. Böylece durağan akışın içerisinde; birlikte, harika şeyleri keşfedebiliyor oluruz. Ve belki izlerken “ya kız yine güzel bir film önerdi!” dersin. Ben de farkında olmadan gülümserim.

Aslında içerik hakkında küçük ipuçları verme fikri hoş gelse de benim gibi durmadan konuşup her şeyi anlatabilecek yapıda biri için film hakkında konuşmak biraz zor olacak gibi görünüyor. Ama deneyebiliriz?

Öncelikle son bir aydır izlediğim sinema içeriklerinin yönetmeni, senaristi Charlie Kaufman. Ve kesinlikle şunu söyleyebilirim ki; tam bir anlam yumağı, kurgu dehası ve ince nüansların adamı. Severiz.

Her şey bir kuklanın sahnede eşsiz dansını paylaşması ile başlıyor. Ve oyun bittiğinde asıl karakterin Craig’in parmakları- elleri ucundaki kukla olduğunu anlıyorsunuz. Yani esasında Malkovich’de bir geçit ve aslında zihinlerimiz arasında bir köprü. Hayatı idealist bir biçimde sürdürmek isteyen Craig’in, aslında Craig olmaktan uzak bir dünyası olduğunu kuklalara verdiği ruh ve konuşmalarından anlıyorsunuz. “Bir süreliğine başka bir insan fikri” kurgusunda kukla ile sembolize edilirken; Craig’in bulduğu gizli geçit ile aslında 15 dakikalığına John M. olma fikrine zemin hazırlıyor. Filmi izlerken bir ara bir başkası olma fikrine kapılırken kurgu içerisinde aldığın küçük tadımlık mesajlar ve filmin felsefi boyutu ile sarsılabiliyorsun.

Kuklanın bedeni ilk başlarda Craig’e aitken; sonrasında Malkovich’in birebir yansıttığı dans sahnesi ile karakter geçişlerinin muazzam detayını yakalıyorsun ve o ilk sahnede kendisini gördüğü an, aynayı paramparça eden Craig hem kukla içerisinde, hem de Malkovich’in bedeninde aslında kendisine olan nefreti kaotik bir gösteri ile paylaşmaya çalışıyor. Nedense Charlie Kaufman sinemasında bir şekilde bunu tadıyoruz. Eternal Sunshine’da Joel’in “kendimden nefret ediyorum.” demesinin, Adaptation’da kendinden nefret etmesini yine başka bir cümlede vurgulaması gibi.

Kendinden kaçışın kısa bir süreliğine verdiği tat ise tüm karakterler üzerinde aynıydı, Paris çöplüğünde kendini bulmak. Esasında Malkovich’in zihnine ve bedenine olan geçit muhteşem bir felsefi düzenek. Çoğumuzun yapay kurgusu. Sonu aynı.

Filmde “kendinden nefret eden” ve “düşüncelerden kurtulmak isteyen” Craig’in kaçışı “Bir başka beden” iken kurgunun temelinde birçok konuyu, birçok karakter üzerinde aynı geçitte, aslında aynı son ile vurgulayan Charlie Kaufman…

Ve son olarak;

Hayatında bir kez de olsa Paris çöplüğünde kendisini bulan herkese selamlar!