Bedenimi Kaybettim ( I Lost My Body )

Kaybedilen ellere, yakalamaya çalıştığın tüm sineklere, son anda heyecanla indiğin tüm trenlere, 35.katta olduğunu bildiğin ama giremediğim tüm kapılara, milyon kez dinlenen tüm ses kayıtlarına olur da akışında yeni bir başlangıç yapmak istersen, izlersin.

dün

naber? insan enerjisinin atmosfere yayıldığına inanıyorum. bu yüzden sana gülümseyerek yazıyorum. ve durağan bir nehrin de akışının en azından huzur vereceğine inanarak bir şeyler yazmaya devam etmek istiyorum. hani yaşıyoruz ya; hissedelim diye, ne bileyim biraz da gülelim diye?

dün yaşadığım coşkulu iç döküşlerinin muhtemel evrende salınması ile birlikte birkaç kişiden “ya seni bu aralar çok iyi görüyorum” cümlesini gülerek karşıladım. bak bunlar güzel şeyler. aslında hiçbir şey olmuyor değil, sadece bazen gelen topu karşılayamayabiliyorsun. o son maç neydi öyle ya? (şaka)

bu arada; her iki haftada bir dünya üzerinde bir dilin öldüğünü öğrendim. düşünsene; o dili bilen son kişi olarak söylediğin son şarkı, son cümle senin hikayenle birlikte bir dilin son ağıdı. ne muazzam kurgu ama. bununla birlikte; şehrazat’ın ölmemek için ertesi geceye bıraktığı tüm hikayelerin kurgusu, bir adamın elini boynuna götürmesi ile birlikte sönerken diğer geceye; senin ağıdın da henüz yaşıyor olabilmene. bu da nefesin ağıdı. senkronunda da tüm kadınlar ağlaşır.

hadi sana gitmeden ilginç bir bilgi daha. gözyaşı; temel, refleks ve duygusal olarak içlerinde ayrılırken sadece biz insanların özellikle duygusal gözyaşında buluşabildiğini ve bunun sosyal bir etkileşim aracı olduğu söyleniyor. bkz;Ludwig-Maximilians Üniversitesi, 2 Temmuz 2009, Ophthalmologe

ve yine biz kadınların; bu konuda da erkekleri birazcık aşıp ilk sırada yer almamız neticesinde sarılmaya ihtiyacımız varmış. bkz; Duygu Demirci, Henüz Yayımlanmadı, 20**

ama Tom Lutz diyor ki; gözyaşının da bir dili varmış ve beraberinde kuralları. yani burada bilim de bizim kurgumuzu destekliyor. göz kırptım.

ezber-

en çok dile getirdiğin şey özlemin, en çok hata yaptığın yer hassas alanın, en fazla bulunduğun yer kaçtığın yer? sekmeyen şeyleri sektire sektire ezberlerken; bir, iki, üç.

değişen şey’ler

bu sefer gayet rahat bir biçimde arkama yaslanıp; bu şey’ler hakkında kaçmadan konuşmaya karar verdim. bilirsin; cesaret anlamı dışında da ağır bir kelime. ve bu yüzden paylaşmak ikimize de iyi gelebilir.

insan büyüdüğünü ne zaman anlar? ya da değiştiğini? aynı şey’leri tekrar yaşadığında, duyduğunda, gördüğünde verdiği tepkilerden, yaptığı yorumlardan, bu hissi tanıyorum’larından. ya da arkasına baktığında bu sefer görebildiklerinden. göremediklerine bakarken korkmadığında mesela, kaçmadığında. belki de bu yüzden “yüzleşme” evresini sorgulayan melekler de sorgulayan polis de en sona bırakır. olayın içinde anlaşılmayan suç ya da günah ya da her neyse olayın sonrasında kendisine eşlik eden diğer tüm duygularla kendini ve varlığını korurken. bu yüzden yalnız kaldığında ve yüzleştiğinde ya da arkana baktığında “gördüğünde” algı kapısının önünde bir kez de kendin olarak diz çöktüğünde, işte;

bu noktada bir çok duygu aynı kapının önünde tek bir şeyi bekler.

“kendini görmeni”

ne yani; bir yolda yürürken mesela ağacın güzelliği, çiçeklerin kokusu ve yanındakiler seni alırsa geriye kalan ayağın suçu mu düşmek? görememek burada suçken, güzellikler bahanem mi? ya sonrasında güzelliğe yapılan hakaret savunmam mı?

hiçbirisi.

küçükken kendimi dışarıdan görebilmeyi çok isterdim. şuan gülümsüyorum çünkü beni dinlemelisin; hala en çok sorduğum sorudur sana, ona, buna, şuna vs. belki de taşı göremediğimden.

şimdi taşı görebiliyorum. bu muhteşem evrede ayaklarımın da olduğunun farkına vardıktan sonra tabi, kendime de bakmayı öğrendiğimde her şeyin tadı bir üst seviyeye ulaştı. ama her şeyin. çünkü; düştüğünde de, önündekini kenara çektiğinde de varlığının bilincinde olarak yola çıktığından bir üst seviyede bakıyorsun dünyaya. bu noktada büyüdüm diyebilirsin.

şimdi diyorum ki; ne zormuş o günler, kendini bir kenara çekip başkasının omzundan baktığın dünyalar, kendini göremedikçe incindiğin aynalar, ağzından çıkamayan kelimeler, tartışılmayan konular, takıldığın noktalar falan.

şimdi diyorum; ne güzelmiş lan, bu benim ve evet bu da benim cümlelerim. iki tırnak arasına koymadan bizzat kendi söylemlerim, kendi düşüncelerim. ne güzelmiş lan, şuan bunu ben yazıyorum ve okuyan kesinlikle beni tanıyan birileri olabilir.

tanışmıyorsak da tanışabiliriz?

ve şimdi diyorum; kendini ve içindekileri her şeye rağmen muhafaza edebilmek ne güzelmiş. heyecanla saydığın duraklar, koşarak çıktığın merdivenler, yorgunluğa savaş açan gözler, bilmediğin tarifler, tatmadığın duygulara uyumlar falan. ne güzelmiş; her şeye rağmen bunlara “aptal sıfatlar” yapıştırmadan tekrar anabilmek. varlığını her daim koruyabilmek. her şeye rağmen; sevmeye, iyiliğe ve tüm bu güzel kavramlara etiket yapıştıran insanlara “sanane lan” ya da “e o zaman siktir git” diyebilmek.

ne güzelmiş; kendini sevebilmek.

düşünüyorum da anın içindeyken bazı zaman dilimleri de kaçırılabiliyormuş. bu bir kişi tarafından yapılıyorsa, ikinci kişi de eşlik ediyorsa muhakkak suç ortağından korkmalısın. hırsızlığın piyasası böyle, hiç mi izlemedin soygun filmlerini? ihanet kendine başladığında, suç ortağını sorgulayamazsın. sorguladığımdan değil de; farkında değildim.

haydi bir kitap yazalım; farkındalıklaştıramadıklarımıza, kişiselleştiremediğimiz gelişimlere. sonunda da güleriz ve bunu en iyi ben yaparım bilirsin.

gün geçtikçe ve tanıdıkça; kendinle birlikte başkalarını ve başkaları ile birlikte onların başkalaştırdıklarını bakış açın gelişiyormuş. odamdan çıkmadığım günlerin sonunda odamdan her çıktığımda gördüğüm tek kişi kendi kurgumun eseriymiş. -miş’li zamandan yazdığım için özellikle dikkate almanı tavsiye ederim. bu yüzden; kendinde kendini göremiyorsan, başkalarında kendini bulmaya çalışma. yalnız gece gece ne güzel konuştuk değil mi? tadını alarak içtiğin kahvenden bir yudum daha.

işte biz de ne yapalım? iyiyiz, aynı yani. siz nasılsınız?

yok canım ne aynısı, kısa kestiğime bakma nasıl güldüğümü görmüyor musun?

sana küçük bir sır;

ve an itibari ile; bu sırrımızı burada sonlandırıyorum. herkesin dilinin ucuna gelip de yutkunduğu o şey aslında hepimizin aklının sancısı.

ellerini kullanmadan anlat? – …

dudaklarını kullanmadan? – …

çizerek anlat? – …

fransızcada karşılığının olmadığı savunulan paralel” kelimesine beyaz sayfada yalnız kalan çizginin hemen “karşısındaki” diğer bir çizgi göz kırparak merhaba! der. bu karşılık benim cümle oyunlarımda sonsuza dek sürerken; hiç kesişmediğinin altını çizen bilim adamlarına fransızlar da dahil olur. Ve iki doğru sonsuza dek birbiri ile kesişmezler. Yan yana yürüyor olma ihtimalleri sorgulanmaz. Ve bizi bir kez de bilim ayırır. bunu da biz sorgulamayız.

Ab imo pectore

nasılsın? bilirsin bu önemli soruyla girilmeden açılan tüm konular değerini yitirir. bu yüzden “nasılsın?”

beni sorarsan; dün gibi, bir önceki gün gibi. kötü olmadığımı söylemekle birlikte iyi olmanın ne demek olduğunu çok da vurgulayamadan. fizikte nötr, içinde araf. nasıl olduğunu betimleyememenin verdiği gülünçle bir kez daha “iyiyim” uzun süredir yazmadığımı fark ettim. seni sen yapan şeylerden uzaklaşmanın verdiği utançla tekrar kelimelere yanaşıyorum. hangi duyguya ne anlam yüklediysek hepsini cümlelerin koynuna sokarken; uysal uysal yanaşırken, olur da biri okur diye. ya da sadece bu boşlukta süzülsün diye. ne anlatacağını bilemediğin ama çok da konuşmak istediğin zamanlar oldu mu? gülümseyerek, başını salla. sabahları erken kalkıyorum, işe gidiyorum, işten geliyorum. bu sirkülasyonu gözüm kapalı yapabilirim. uyanan bedenim, açılan gözlerim, düşmemek için tutunan ellerim “ruhumu” rahatsız etmeden her gün bu devinimi titizlikle sürdürürken, muhtemelen içimde bir yerlerde uyukluyorum. ellerim tutunurken “düşmemek için” sormuyor mesela nereye? bana da ihtiyaç kalmıyor bu bağlamda. “düşmüyoruz” ya da tüm ihtimallere göz kırparak.

derin bir nefes aldığımda aklıma çok da bir şey gelmediğini düşündüğüm ilk an dedim ki; “oh be!” aslında öyle değilmiş. dertsiz insan da ne bileyim; ipsiz bir uçurtma olur mu? yani peşine takılan şeyler değilmiş dert, bir yerlere takıldığın an-mış. bunu da şuan keşfediyorum ya gülelim. ipin dolandığı yeri çözdükten sonra yani, oh be! bu sebeple ipleri arıyorum, üf be!

uzun süre sonra yapmadığım birkaç şeyi hatırlamak adına – şu an olduğu gibi – ataklara geçtim. heyecan kısmı tartışılır ama denize girdiğinde ısınıyorsun ya, onun gibi. (yüzmeyi bilmiyorum) sonra şunu fark ettim. milyon duygu, milyon hareket, milyon düşünce, milyon insan tarafından her gün, her saat yılmadan yıkılmadan kullanılırken, harcanırken ben neden dünyamın izolasyonu için türlü inşaatlarda dolanıyorum. kural bu anladın mı? boşuna mı yıkıldı berlin duvarı? ya da ne bileyim zaten “homo homini lupus” bu bağlamda hadi ellerini yavaşça kaldır ve basitçe “teslim ol!” kelepçeleri ben takarım. bilirsin, biz kadınlar severiz bağlanmayı “bir şeylere”

yani, güç de, yoruyor.

pencere önü çiçeği, bahçe çiçeği, tarla çiçeği, oda çiçeği, balkon çiçeği, asfalt çiçeği vs.. nihayetinde hepimiz çiçeğiz. geç buradan duygularına, nihayetinde hepimiz insanız. asfaltta büyümüş olsan gücünü severim, direnişine aşık olurum belki? pencere önünde duruşun dikkatimi çeker, bahçede seni sularken verdiğim emek, tarlada salınışın, odamda ait oluşun, balkonda belki sadece benim oluşun. ama özünde çiçekken; sorguladığım dünyan neden? geç buradan; gel duygularıma, örnek canını sıktı değil mi?

emin ol hepimiz realist değildik, romantizme tepki olarak doğduk.

böyle böyle geldik buralara diyorum. nereye diyorsun? belki de düşünüyorsun nerelere geldiğimi? tüm geldiğim yerler üzerine geliyor sonra “e can değil bu? bacakları olmayan her şey iki kat güçlüdür” yılan değil, duyguların. haydi savaşalım. günümüz toplum ve ilişki taktiklerini de kullanmana izin veriyorum. yine de korkuyorsun ama benden olsa olsa Zhuge olur. Apoletlerimle karşında enstrüman çalarım. sen de bunu tuzak sanırsın, ben de gülerim. “Bellum omnium contra omnes” yani yatkındır savaşa birbiriyle herkes.

*kahvem bitti. sonra görüşürüz.

Beni gözlerimi açtığım gün ile “var eden” zaman; yıllarına, aylarına, saatlerine tembih etmiş. Hanelerime savuruyor rakamlarını. Melekler bir sağımda, bir solumda benimle birlikte eşlik etmişler günahlarıma, sevaplarıma, hatalarıma, pişmanlıklarıma, yalanlarıma ve yanlışlarıma. Zaman; hatalarımı rakamlara, melekler ise ahirete bırakmış bedelini, beni “var eden” her şey ile. Ben de durup izlemişim, yaşamak yetmezmiş gibi. Belki de her şey daha öncesinde başlamıştı? Biz bu kalıplara sığmadan önce. Belki de kelimeler ilk anlamlarını o zaman kazanmıştı da biz; sahnemizde jübilelerini tamamlamaları için o meleğin sur’a üflemesini bekliyoruzdur. Belki de bu oyunun sonunda ruhlarımız en ön sıralarda, en saf hali ile el ele tutuşurken karşısında; başımızı öne, her şeyden habersiz, tüm rollerden sıyrılırcasına eğiyoruzdur. Belki de bu kurgu bu hali ile mükemmeldir.

Konuşan Resimler

Sanatçı Ebru Ceylan, konseptini oyuncu Selen Öztürk ile oluşturduğu Konuşan Resimler serisinin beşinci sergisi gerçekleşti. “Ebedî – Edebî” ismi verilen sergi, Cumhuriyet döneminin beş farklı akımından edebiyatçıların hayatlarını, kırılma noktalarını, hayallerini ve aşklarını plastik sanatlar ile edebiyatı birleştirerek tekrar gün yüzüne çıkartıyor, günümüz kuşağı ile buluşturuyor…  Sergide yer alan yağlı boya tablolara eşlik eden hikâyeleri de Türkiye’nin önde gelen oyuncuları ve seslendirme sanatçıları seslendiriyor. 

Serhat Teoman – Neyzen Tevfik:

Seviyoruz ama Aşık değiliz Can’ız ama canan değiliz Yarayız ama merhem değiliz Konuşuyoruz ama dinleyen değiliz Tanışıyoruz ama dost değiliz Aynı yerde yaşıyoruz ama komşu değiliz Bakıyoruz ama gören değiliz Gelip geçiyor yanımızdan hayatlar Her şeye tanığız ama ‘dâhil’ değiliz.

Beyti Engin – Bilge Karasu:

Hep iyi olmaz hayatlar… Hep iyi olmaz insanlar Hep iyi olmaz havalar Hep iyi olmaz sağlığın Hep iyi olmaz Hep iyi Hep Her gün iyi olmayan şeyler arasında gözlerim mercek altındaymış gibi, tüm iyi ve kötü anları bilir ve insanları tanır. Bunları mikrop inceler gibi incelemesi sanırım tesadüf değil. Benlik denilen şey yaşama güdüsü ile tanışmaya görsün kilim altına süpürdüğü ne varsa bir bir kusuyor bir viski kadehiyle. O sebeple yaşanılan, tecrübe edilen şeyler belki de hayatımızın en önemli denklemini oluşturuyor. Oysa ki her matematik kuralında olduğu gibidir hayat. “Değişken, değişkeni getirir.” Ki kimse bu mevzuyla ilgilenmez. Rakamlar öyle midir aziz? Bir kurallar bütünü içinde asla ahenklerini bozmazlar. Siz ne yaparsanız yapın doğru bildiğinden şaşmaz onlar. Asla denklem içinde değiştiremezsiniz bir’in birliğini. Matematiği çözmüş her insanı tanırsınız bu sebeple. Oysa insanın inşa ettiği yaşam olgusunda sistem kendi içinde Polonius’larını yaratır. Öyle ya da böyle oyunu devam ettirmeli der. Bir dama kuralındaki gibi önce önünüze bilindik bir havuç koyar. Sonra siz zafer kazandım sevincini dahi paylaşamadan bir büyük hamleyle sizi yutar. Kendi trajedisini kendi yaratan insan paradigmaları. Ya kendi tabiatını kurmaca anlara, sanal insanlara kaptıranlar. Şu yüzyılda hepimiz birbirimize caka satmaktan kırılıyoruz. Oysa ki hepimiz eziğiz, hadi itiraf edelim. Kendi doğamızı ulvileştireceğiz diye, kendi kendimizle konuşur, hüküm bildirir olduk. 7,5 milyar insanla aynı olan biyoloji, seyirci sayısı artsın diye her gün tüm ayarlarıyla oynanan zavallı bedenlere dönüşüyor. “Ben”in dışındaki tüm insanlar doğaya aykırı, sisteme aykırı, zamana aykırı. Hayatta zorluklar mı yaşıyorsunuz? Bu da fark etmez önemli olan yüksek ivmeli magazini bol düşüşler. Çünkü o zaman tanrının kahrolası gazabı sizi bulacak, hain pusuda yatan kahpe kader sizi mühürleyecek. Tüm iyilerin cezalandırıldığına dair ortaya çıkacak kanıtlar, kendi kötülüğüne karşı kullanılacak. Başından sonuna strateji! Oysa gel gör ki ne büyük trajedi insanın acizliği… Acıların çocuğu olmak kolay değil. Biz Türk filmlerinden öğrendik bunu. O daha bir şey mi neler öğrendik istirahat altındaki akıllarımızdan. Sırf onunla oynayan yok diye kendi kendini kral ilan edenler, idam iskemlesini kendi itenler. Hayatları, nefesleri kıymetli olup zaman sadece onlar için dursun diyenler. Hastalıklı, korkak bu yüzyılın büyük soytarısı şizofrenler. Denklemi nerden kurarsan kur bir’in varlığı hep değişken. Asla bitmeyen ve bitmeyecek egoların bu kurulu düzeni, bir kırmızı ayakkabının bir kol saatiyle olan muhteşem ilişkisi. Etrafımızı dolduran yalancı elmaya muhtaç Âdemler, Havvalar… Ama bir yerde bir hata yok mu sizce de. Hep mi kötüdür bu düzen, hep mi gri bulutlara devşirir hayaller pembelerini.. Ben inanmıyorum. Hep kötü olmaz bu hayatlar Hep kötü olmaz insanlar Hep kötü olmaz havalar Hep kötü.

Ceylan Ertem – Gülten Akın:

Kendimi çıkarıyorum seninle olan her davadan Sadece kendimi değil ellerimi de çıkarıyorum. Gözlerimi çıkarıyorum… Sabah öpmelerimi çıkarıyorum. İçten sarılışlarım kalmak istiyor ama onu da önüme katıyorum. En sevdiğin yemeklerimi çıkarıyorum Adını dünyanın en güzel melodisine döndüren sesimi çıkarıyorum Açık bıraktığında omzunu örten şefkatim kalmıyor elbet Gecelerim de gidiyor ömründen En sevdiğin elbisem dolabın kapılarını çarpıp gidiyor Nergise benzetirdin kokumu,kokum nergise karışıyor Terliklerim küsüyor… Diş fırçam ‘Hadi’ diyor. Yatağının sol yanı bana üzgün bakıyor…’Dolar mı’ sence diyor Saçlarım kaçıyor ellerinden.. Fırçalarım kuruyor..

Duvardaki boyalar akıyor tuvalden. Uykularımız sırtlarını dönüyor artık Nefeslerimiz tuğlalar örüyor aramıza.. Söylenecek sözlerimi mideme hapsediyorum kelebeklerimi katlediyor. Kahkahalarım kapatıyor kendini odaya. Çık diyorum çıkmıyor Yar ‘yarım’dan çıkıyor… Her şey normale eski haline dönüyor Çıkarıyorum kendimi senden, elinde haksızlık kalıyor Çıkarıyorum seni benden, elimde yalanın kalıyor.

Çıkarıyorum hayatlarımızı birbirinden geriye pişmanlık kalıyor.

Deniz Çakır – Tomris Uyar:

“Oysa” demiştin, “Durma! Göğe bakalım. ” Su gibi gidenlere okyanus gibi gelmelere yazılmış masmavi bir şiir. Mavinin anlamı ne büyük… Gökyüzü kadar uçsuz, Okyanus kadar derin, Deniz kadar heybetli, Göl kadar sakin, Dere gibi oynak, Çeşme kadar gürültülü, Bir bardak su kadar ihtiyaç dahili Mavi kadar ömür, Okyanus gibi sevgili… Önce sen mi vazgeçtin, yoksa ben mi bilmiyorum. Zamanı da çok mühim değil insan olmanın… Sen yazdın, ben yazdım ama ikimiz de vazgeçtik. Önce sorularımız bitti… Nedenlerimizi attık Arzularımızı körelttik, beklentilerimizi astık Ön yargılarımızı aforoz, ellerimizi tutsak ettik Dokunmadık diyorsun ya! Bence biz hep dokunduk. Yaralarımıza, anılarımıza, sevdiklerimize, veda edenlere, veda ettiklerimize, düşüncelerimize Var ettiklerimize! Yok saydıklarımıza! Ama en çok da yüreğimize Az biraz bamtelimize Pembeleşinceye kadar öfkemize Durduk biz çokça vakit Kişiliğimizde, sözümüzde, yerimizde, geçmişimizde, sevgimizde Mavi ne derin kelime… Eveleyip geveleyen sözcüklerinde Kaçan bakışlarında Susan dudaklarında Dağılan saçlarında Üşüyünce ısıtan ellerinde Mavi ne büyük ihtiyaç…

***

Sergiye ve albüme konu olan edebiyatçılar: Ahmed Arif, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Muhip Dıranas, Ahmet Telli, Arif Nihat Asya, Aşık Veysel, Atilla İlhan, Aziz Nesin, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Behçet Necatigil, Bilge Karasu, Cahit Külebi, Cahit Sıtkı Tarancı, Can Yücel, Cemal Süreya, Didem Madak, Ece Ayhan, Edip Cansever, Faruk Nafiz Çamlıbel, Füruzan, Gülten Akın, Haldun Taner, Halide Edip Adıvar, Halikarnas Balıkçısı, İlhan Berk, Kerime Nadir, Leyla Erbil, Melih Cevdet Anday, Metin Altıok, Mina Urgan, Nazım Hikmet, Necati Cumali, Necip Fazıl Kısakürek, Neyzen Tevfik, Nezihe Meriç, Oğuz Atay, Oktay Rifat, Orhan Veli, Ömer Seyfettin, Özdemir Asaf, Peyami Safa, Reşat Nuri Güntekin, Rıfat Ilgaz, Sabahattin Ali, Sait Faik, Sevgi Soysal, Sezai Karakoç, Tezer Özlü, Tomris Uyar, Turgut Uyar, Ümit Yaşar Oğuzcan, Yaşar Kemal. 

Sergideki ve albümdeki hikâyeleri seslendirenler: Alican Yücesoy, Almıla Uluer, Esen Ali Bilen, Ayçin İnci, Bahtiyar Engin, Berkay Tulumbacı, Beyti Engin, Can Sözeri, Caner Cindoruk, Cem Davran, Cenk Sözeri, Cengiz Bozkurt, Ceylan Ertem, Demet Evgar, Deniz Çakır, Emre Erkan, Erkan Can, Esra Dermancıoğlu, Ezel Akay, Ezgi Sözeri, Fikret Kuşkan, Kanpolat Görkem Aslan, Hakan Kurtaş, İsmail Demirci, Kerem Atabeyoğlu, Levent Özdilek, Levent Üzümcü, Melih Selçuk, Mehmet Günsur, Mert Fırat, Mert Öner, Murat Akkoyunlu, Onur Saylak, Oktay Kaynarca, Ozan Akbaba, Rana Mamat, Rıza Kocaoğlu, Sanem Çelik, Sarp Akkaya, Saygın Soysal, Selen Öztürk, Selim Bayraktar, Serdal Genç, Serhat Teoman, Serkan Altunorak, Sevinç Erbulak, Songül Öden, Toprak Sergen, Yekta Kopan, Yiğit Özşener.